Merhabalar. Okul, dersler, kurs, ev... rutini bozup hafta sonu kaçamağı yapalım dedim. Geçen hafta sonu arkadaşlarımla Edirneyi turladım.Daha öncede gitmiştim ama vaktim olmadığı için çoğu yeri gezememiştim en önemli yerlerden biri Meriç'e gidememiştim. Bu sefer istediğim her yere gittim.Okulum Kırklareli'nde olduğu için Edirne bana 1 saatlik mesafe de ama tek gitmek istemediğim için yanıma sürekli arkadaş arama peşindeyim. Bu sefer yakın arkadaşlarımla yola çıktık.
Gezimizde yaptıklarımızı şöyle bir sıralayalım bakalım;
Öncelikle sabah kahvaltısı için ilk durağımız Meriç oldu. Kahvaltı gibi değilde köfte tabağı yedik. (İlla kahvaltı tabağı olmalı diye tiplerden değilim her şeyi yerim..) daha sonra bir kaç sanatsal fotoğraf çekindik sonra Karaağaç tren istasyonuna gittik Edirne'ye gidip de buraya gitmeden olmazdı. Lozan anıtı ve Tren istasyonu gerçekten ilgi çekici bir yer ve trenin renkleri müthiş ne çekseniz mükemmel çıkıyor.
Merkeze geri dönüp Selimiye cami ve Selimiye arastasını gezdik.Gerçekten görülmesi gerek harika bir yapıt. Vaktimiz kısıtlı olduğu için Selimiye harici sadece Üç Şerefeli Caminin içine girdik.
Merkezde dolaşırken şans eseri Makedonya Kulesini gördük içine girecek giriş bulamayınca tırmanmak zorunda kaldık.Belkide giriş vardı ama gerçekten görmedik.Kule artık kuşların yuvası olmuştu resmen biz oranın Makedonya kilisesi olduğunu dahi bilmiyorduk nedendir bilmem çok hoşumuza gitti.Son olarak saraçlar caddesinin yarısını dolaşıp Selimiye camisinin karşısında tava ciğer yedik.



Edirne'de şikayetçi olduğum tek şey sadece otobüsler...Tamam büyük şehirlere göre otobüs fiyatları pahalı. İstanbul'da öğrenci 1.50 (tam emin değilim) Kırklareli ve Edirne'de 3 lira... Düzeltilmesi gerekiyor Edirne'deki sistem güzel ama fiyatlar uygun değil. Biz sadece 3 kişi dolaşmak için 5 araç değiştirdik 50 lira harcadık sadece yola verdik.
Beğenmediğim yanı ise tava ciğer...Evet Edirne'nin ciğeri meşhur ama damak zevkime pek uygun bir şey değildi.Tatsız tuzsuz geldi. Salatayla birlikte yeyince biraz daha iyiydi ama genel olarak beğenmedim.
Yunanistan ve Bulgaristan'ın komşusu Edirneyi  bu şekilde gezdim. Diğer gezi yazılarımda görüşmek üzere 🖐👋🖐

Okullar açıldığı için pek zamanım olmuyor ve okulda 2. senem gerçekten daha yoğun geçiyor. Buraya vakit ayırmak benim için gittikçe zorlaşmaya başladı ama sınavlarım tam olarak başlamadan 2 3 yazı yazıp taslakta bırakmak istiyorum. Vakit ayıramayacağım zamanlar yayınlamak için kolay olur diye düşündüm. Her ay yayınlamak ve seri şekline getirmek istediğim 'Ne Okudum,Ne İzledim?' listemi yazayım dedim. Pek boş geçirmişim bu ayı ama Friends dizinin başından ayrılamıyorum bu listemde öncelikli olarak o diziyi öneriyorum, vakit kaybetmeden izleyin derim.

İzlediğim Filmler;

Hachiko 9/10  
Alice Harikalar Diyarında  7/10 
The Perks Of Being a Walkflower  7/10 
Koku 8/10 
Yabani 7/10 

İzlediğim Diziler;



Okuduğum kitaplar;

Bir dinazor günlükleri 8/10 
Bir siyah saçlı kadının günlükleri 8/10


Not: İzlemem ve okumam gereken önerilerinizi yorum olarak bekliyorum.

Hiç merak ettin mi ya yıldızlar senin için parıldıyorsa?
Havada süzülen, sonbahar yaprakları gibi

Passenger - Let Her Go

AKMU - LAST GOODBYE

Herkese merhaba. Bu aralar okul yoğunluğumdan dolayı pek yazı giremedim, hatta hiç. Neyse şimdi oturdum ve hızlıca liste yapacağım fikirler düşündüm.Bu fikirlerden biri ''Filmi Çekilmiş Kitaplar''  konu başlığım.Size IMDb puanına göre bir liste çıkartmak istedim. Ben genelde film izlemeden önce mutlaka IMDb puanına mutlaka bakıyorum. Genel kitlenin puanlaması önemli bence. Listedekiler arasında hem filmini izleyip hem kitabını okuduğunuz varsa yoruma belirtin bakalım kaç tanesini okumuş ve izlemişsiniz.

Baba (The Godfather)  
IMDb puanı 9.2

Baba, 40’lar ve 50’lerin Amerika’sında, bir İtalyan mafya ailesinin destansı öyküsünü konu alıyor. Don Corleone’nin kızı Connie’nin düğününde, ailenin en küçük oğlu ve bir savaş gazisi olan Michael babasıyla barışır. Bir suikast girişimi, Don’u artık işleri yönetemeyecek duruma düşürünce, ailenin başına Michael ve ağabeyi Sonny geçer. Danışmanları Tom Hagen’in de yardımlarıyla diğer ailelere savaş açan Corleone ailesi, eski moda yöntemleri de değiştirmeye başlar. (http://www.beyazperde.com)

Piyanist (The Pianist)
IMDb puanı 8,5

Wladyslaw, alanında iyi, geleceği parlak bir piyanisttir. Savaş ortaya çıktığında tam olarak 27 yaşındaydı. Luftwaffe şehrinde bir radyo istasyonu bombalanırken içeride piyano çalıyordu. Savaş sırasında diğer yahudiler gibi o da yaşadığı yerden kovulmuştu. Yoksul bir varoş kentinde sürünerek yaşamaya devam eden bir müzisyendir artık. Onca kötü muameleye, açlığa, sefalete maruz kalsa da büyük bir mücadele içine girmiştir. Savaş artık daha fazla hissedildiği anda bir yıkık dökük harabeye saklanarak burada yaşamını devam ettirir. Bir yardım eli ararken umudunu yitirmeden hayallere dalacaktır. 

Yeşil Yol (The Green Mil)
IMDb puanı 8,5

Uçurtma Avcısı (The Kite Runner)
IMDb puanı  8,4

Afgan yazar Khaled Hosseini’nin (Halit Hüseyni) aynı adlı çok satan romanından uyarlanan “Uçurtma Avcısı-The Kite Runner”da, uzun yıllardır Kaliforniya’da yaşayan Amir adlı bir Afgan göçmeninin, çocukluk arkadaşı Hasan’ın oğlunun başının dertte olduğunu öğrendikten sonra ona yardımcı olmak için Taliban yönetiminin kontrolündeki ana vatanına geri dönüşünün çarpıcı öyküsü anlatılır.

Akıl oyunları (A beautiful mind) 
IMDb puanı 8,2

Akıl Oyunları, asosyal bir matematikçi olan John Nash'in hayatını konu ediyor. John Forbes Nash azandığı bir bursla Princeton Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Bu süreçte parlak zekasını her daim hissettiren ve çevresindekilerle uyum sorunu yaşayan dahi Nash, inanılmaz bir teoriyi ortaya sürüp kanıtlama aşamasına kadar gelir. Böylece matematik çevrelerince ününü yayan dahi adam zamanla şizofrenik belirtilerle mücadele etmeye başlar. Nash artık kendi kurgusal gerçekliklerinden oluşturduğu dünyasıyla asıl gerçekleri ayırt edemeyecek bir aşamaya gelir.

Marslı (The Martian – 2015) 
IMDb puanı 8,0

Mars gezegenine astronotların gönderildiği bir görevde, Mark Watney isimli astronot şiddetli bir fırtına sonrası öldü sanılarak ekibi tarafından terk edilir. Fakat Watney hayattadır ve kendisini Mars’ta yapayalnız bulur. Elindeki sınırlı olanaklarla, zekasını ve dayanıklılığını kullanarak dünyaya yaşadığına dair bir sinyal göndermeye çalışır. Milyonlarca mil uzakta NASA ve uluslararası bilim insanları durmaksızın bu ‘Marslı’nın eve dönmesi için uğraşırken, ekip arkadaşları da tehlikeli bir kararın eşiğine gelecektir...

Sol Ayağım
IMDb puanı 7,9

Beyin felçli olarak doğan Christy Brown, hastalığı nedeniyle hareketlerini kontrol edemez ve tekerlekli sandalyeye mahkum bir yaşam sürer. Ancak çocukluğunda, sol ayağının felçten etkilenmediğinin farkına varması hayatını değiştirecektir.

Aşk ve Gurur (Pride & Prejudice)
IMDb puanı 7,8

Beş kızkardeş olan Bennet'lar, annelerinin iyi bir koca bulup geleceklerini güvence altına alma hayalleriyle büyütülmüşlerdir. Fakat, neşeli ve zeki bir mizaca sahip olan Elizabeth, kendisine düşkün olan babasının da desteğiyle hayatını daha farklı ve dolu dolu yaşamak için çabalamaktadır. Zengin damat adayı Bay Bingley'nin yakındaki malikaneye taşınmasıyla Bennet ailesini bir telaş sarar. Bu genç ve soylu delikanlının seçkin Londra çevresi ile askerlerden oluşan arkadaş grubu göz önüne alındığında, Bennet kardeşler için uygun bir eş bulmak zor olmayacaktır. Sakin ve güzel olan en büyük kız kardeş Jane, Bay Bingley'nin kalbini kazanmak üzere harekete geçer. Lizzie'nin ise yakışıklı -ancak sonradan anlayacağı üzere ukala- Bay Darcy (Matthew Macfadyen) ile tanışmasından sonra karşı cinslerin savaşı başlar.

Gülün Adı (The Name of the Rose)
IMDb puanı  7,8

2 Fransiskenlerin lideri Cesena'lı Michelle'nin, İsa ve Havarileri'nin yoksul olduğunu, fakir bir hayat sürmenin gerektiğini söylemesinden sonra, İmparator, Fransiskenlere karşı bir yakınlık hisseder. Oysa Papa XXII. Loannes, tüm tezlerini yetki ve varlık üzerine kurmuştur.  
Çizgili Pijamalı Çocuk (The Boy in the Striped Pyjamas)
IMDb puanı 7,8

Nazi Almanya’sı Bruno’nun babasını görevli olarak Polonya’ya gönderir. Bruno, kasabadaki toplama kampının tel örgülerinin öbür yanındaki bir çocukla arkadaş olur. Ancak iki çocuk arasında gelişen bu dostluk, özellikle oğlunun bu kampla ilgili gerçeği öğreneceğinden kuşkulanan Alman annenin (Vera Farmiga) endişelerini artıracaktır. Bruno ve ailesinin yeni evleri birbuçuk milyon Yahudinin Nazilerce öldürüldüğü Auschwitz toplama ve yoketme kampının bitişiğindedir. (www.sinemalar.com)

Koku: Bir Katilin Hikayesi (Perfume: The Story Of A Murderer)
IMDb puanı 7,5


18. Yüzyıl da Fransa'da geçmektedir. Jean-Baptiste Greenouille bir balık satıcısı kadının oğlu olarak tezgah arkasında çöplerin arasında doğar. Annesi onun da diğer çocukları gibi öleceğini sanarak çöplerin arasına atar. Lakin Jean yaşar ve bir yetimhanede büyür. Güçlü bir koku alma yeteneği olduğunu çok geçmeden fark eder. Daha sonra farklı zor işlerde çalışır en son bir parfümcünün yanında çalışmaya başlar.Parfümün nasıl yapacağını öğrendiği zaman, Jean'ın hedefi herşeyin kokusunu esir edebilmektir. 

“Hayatı seçemezsin, onu sadece yaşarsın.” Adlı film listemle karşınızdayım.Yolculuk filmi izlerken beni gaza getiren filmleri sizinle paylaşmak istedim.Gerçekten bu filmleri izleyip de yola çıkma sevdasına yakalanmayan yoktur diye düşünüyorum. Muhtemelen izlemiş olma ihmaliniz çok yüksek filmler ekledim ama en sevdiğim film listem bu. İzlemediyseniz ve izlerseniz beğenirsiniz umarım.

The Buckets List

Milyoner şirket sahibi Edward Cole ile işçi sınıfına mensup araba tamircisi Carter Chambers'ın dünyaları apayrıdır. Yolları, bir hastane odasını paylaşmalarıyla kesişir ve iki ortak noktaları olduğunu keşfederler: "Tahtalı köyü boylamadan önce" hayatlarının kalan kısmını hep yapmak istedikleri her şeyi yaparak geçirme arzusu ve kendileriyle farkında olmadıkları bir barışma ihtiyacı. Birlikte, hayatlarının araba seyahatine çıkarlar; ve bu süreçte dost olur, hayatı dolu dolu, içgörü ve mizahla yaşamayı öğrenirler.

Into the Wild

Christopher McCandless üniversiteden mezun olduktan hemen sonra iş, aile ve sorumluluk gibi ağırlıkları geride bırakıyor. Bütün parasını yakıyor ve Alaska'da doğa ile birebir yaşamak için yola koyuluyor. McCandless, uzun yolculuğu boyunca bin bir tür macera ve bin bir tür insan ile karşılaşıyor. Grand Canyon'da river rafting yapıyor, doğayı kendine ev ediniyor, orta yaşlı bir hippi çift ve özellikle yaşlı yalnız bir adamla unutulmaz birer ilişki kuruyor.

The Way
Martin Sheen, Saint James’in Yolu ismiyle de bilinen Camino de Santiago’da yürürken çıkan fırtına yüzünden ölen oğlunun (Emilio Estevez) cenazesini almak için Fransa’daki St. Jean Pied de Port’a gelen Amerikalı doktor Tom karakterini canlandırıyor. Tom eve geri dönmek yerine, oğlunun geziyi bitirme arzusunu gerçekleştirmek için tarihi yolculuğa çıkmaya karar verir. Tom’un planlamadığı şey ise bu yolculuğun üzerinde bırakacağı etkidir. Çok fazla yürüyüş deneyimi olmayan Tom kısa bir süre sonra yolculuğunda yalnız olmadığını fark eder. Yol boyunca dünyanın dört bir yanından gelmiş birçok insanla tanışır. Bu insanların her birinin kendi problemleri vardır ve hayatlarında anlam arayışına çıkmışlardır.

Wild

Cheryl son zamanlarda yaşadığı sorunlu hayat nedeniyle, kendi içsel dünyasını keşfetmek, yaptığı yanlışları anlamak ve hayatını daha yaşanılır kılmak adına 1,100 millik solo bir yürüyüşe çıkmaya karar verir. Zaman zaman geçmişin karabasanları, zaman zaman o an yaşadığı içsel çatışma ve karşılaştığı engebeler, bu yolculuğa neden çıktığını anımsatır. Cheryl hayatının bu zorlu geçidini aşmak için 1,100 mil yürümeye kararlıdır.

Eat Pray Love

Elizabeth Gilbert’ın kendi hayat deneyiminden yola çıkarak yazdığı Eat Pray Love kitabından uyarlanan filmde ana karakter Liz, aslında her şeye sahip gibi görünür ama çok mutsuzdur. Mutsuz bir evliliğin içindedir ve hayatının başka bir yöne kayması gerektiğini düşünür. Acılı bir boşanma sürecinin ardından kendini keşfetmek için dünya turuna çıkar.

Küçükken okul da her hocanın sorduğu soru ''... yılında sizce neler olur?'' başlığı altında ya resim çizmişizdir ya da yazı yazmışızdır. İstisnasız herkes yapmıştır diye düşünüyorum. Küçükken tabi hayal gücümüz daha genişti ölesiye sallıyorduk.Yürüyen uçak şeklinde hayallerimiz vardı...
İşte Fransız ressam Jean-Marc Côte ve arkadaşları 1800 yıllarında, 2000 Yılında yaşamın nasıl olacağınına dair tahminlerde bulunup,bunu resme dökmüşler.Daha sonra kart postallar şeklinde yayınlanmış.1910 senesinde sigara ve puro kutularında basılmış.

Gerçekten harika işler çıkarmışlar. Bu resimleri görünce hayal güçlerini taktir ettim. O zamanlar hayal etikleri ve şu an olmayan bile bir sürü icat var. Gelecekte gerçekleşirse bu 18000'lü zamanlarda resmedilmesi muhteşem olur. Bazı resimler fazla hayale dayanıyor. Mesela balinayı eğitip deniz altı yapmak neden ve nasıl? Bir diğeri suyun altında parti fikri çok komiğime gitti nedense yani bu nasıl bir zevktir? Çık toprakta oyna işte suyu niye karıştırıyorsun.Şaka bir yana gerçekten harika fikirler ve benzer olarak gerçekleşmiş olanlar var. Dublaj makinesi, elektrikli temizleyici, çiftçilik, giysi üretim makinesi ve daha fazla fikirleri gerçekleşmiş.Neyse uzatmayayım aşağıya doğru inin ve resimleri inceleyin.

Merhabalar, 1980 yılında çekilmiş bir filmle karşınızdayım. Evet neden 1980 diye sormayın, karşıma çıktı ve sadece izledim.Film yorumu gireyim dedim ve buradayım.
13 yaşındaki Vic, çocukluk ile yetişkinlik arasındaki o garip geçiş dönemindedir. Yeni bir okul ve yeni bir arkadaş çevresi demek yeni partiler anlamına gelir. Ancak Vic’in tek sorunu ergenlik değildir; annesi ve babasının evliliği sallantıdadır. Vic aradığı desteği büyük annesinde bulur. Bu deli dolu kadın ilk aşkını yaşayan Vic’e inanılmaz eğlenceli tavsiyelerde bulunur. (www.sinemalar.com)
Eski aşığı bir insan olarak eski olan her şeyi okumak dinlemek ve izlemek istiyorum. Açıkçası filmi izlememin de bir sebebi buydu. Filmi şu anki dönemde izlediğimi var sayarsak pek beğenmedim.Bazı kısımlar böyle sizi ergenliğinize götürüyor. Çok muhteşem bir konusu yok açıkçası bir kızın ergenliği ve aile sorunlarını konu alıyor.Bazı kısımları mesela yakın arkadaşlıkları çok tatlıydı, ayrıca ilk aşkına olan duyguları, ona bağlanması falan bunlar güzeldi. Sizi şu yönü çekecek izleyin diyemem ama bir neslin gerçekten sevdiği bir filmmiş. Ekşi sözlükteki yorumları okuyunca çok şaşırdım, çok olumluydu çünkü film çıktığı zaman insanlara verdiği his daha değişikti demek ki.

Oyuncular için yorum yapamayacağım çünkü başka film ya da dizilerini izlemedim.Ancak Vic yani Sophie MARCEAU gerçekten değişmeyen bir güzelliği var. La Boum sanırım ilk filmiymiş ve şu anki haline bakınca resmen ''Zaman bu kadına uğramamış'' dedim. 

                

Son olarak filmin en iyi yanı şarkılarıydı. İzlediğimden beri şarkıları dinlemekten sıkılmıyorum. O kadar muhteşemler ki neyse buraya ekleyeyim ve kaçayım.

Richard Sanderson - Go on forever